Bir günlük hafta sonu kaçamağı yapalım dedik. İstanbul zaten hafta sonu kaçamakları için zengin bir kent. Peki, nereye gidelim? Boğazın en ucuna gidelim bu kez: Rumelifeneri.
Biz biraz yolu uzatıp, Sarıyer- Rumelikavağı üzerinden gittik. Öncelikle şunu söyleyeyim. Rumelikavağı, balık restoranlarının istilası altında. Balık yerim derseniz, hafta içi gidin derim; denize girerim derseniz, unutun derim. Ama önerim balık yemeye değil, kahvaltıya gidin. Neyse, konumuz Kavak değil, kuzeye doğru devam edelim. Yol önce içeri girer ve sonra 3. köprünün Avrupa ayağı Garipçe üzerinden geçersiniz.
Önce Garipçe’ye uğruyoruz. O kadar ufak ve kimsenin uğramadığı bir yermiş ki zamanında, adı oradan geliyor. Köprü ayağında olması nedeniyle köy olmaktan ufaktan çıkmış bir havası var artık. Yakınlardaki Koç Üniversitesi öğrencileri de burayı ihya etmiş. Minik bir koy aslında. Hala kahvaltı yapmadıysanız Asmaaltı iyi bir köy kahvaltısı seçeneği olabilir. Deniz manzarası yoktur ama kahvaltısı güzeldir. Cenevizlilerden kalma tepedeki kaleyi de bir görün isterseniz, bakımsızlığı sizi üzmeyecekse. Fakat ileride sualtı müzesi planından bahsettiler, umarız hayata geçer.
Ve artık boğazın en ucundaki Rumelifeneri’ne doğru devam edebiliriz. Güzel bir orman yolu ama köprü bağlantıları tamamlandıktan sonra ne olur, bilinmez. Rumelihisarı’na varmadan sağda bir tabela var: Seyrü Sefa. Şöyle bir girip bakın, güzel manzarası olan bir cafe-restaurant ama hepsi o. Fotoğraf çekmek isterseniz biraz daha sağda ideal konumu olan minik bir kahve var. Hiçbir şey yapmasanız bile burada ağaçların altında püfür püfür boğaza karşı oturup kitabınızı okuyun.
Şu fotoğraf oradan çekildi:
Ve sonra Rumelifeneri’ne giriyoruz. Köye girdikten sonra sağa doğru giderseniz, bu yol sizi balıkçı barınağına götürür. Karadeniz tip tekne yapımcılığının oldukça gelişmiş olan bu minik limanda artık küçük çaplı yatların yapılmaya başladığını da gördük. Bu küçük limanın mendireği, 5 büyük kayanın (Öreke Adaları ya da halk arasındaki diğer kullanımlarıyla Hera, Roke) arasının doldurulmasıyla inşa edilmiş. En büyük kaya üzerinde bir nişan taşı bulunuyor. Bu barınağa yukarıdan bakan, Menekşe Bahçesi, Barınak gibi balık restaurantlar var ama biz hiçbirini denemediğimiz için seçimi size bırakıyoruz. Fakat mendirekte kayalar üzerindeki Roke Restaurant manzarası ve havası ile alçakgönüllü hoş bir yer gibi göründü.
Rumelifeneri belli ki muhafazakar bir köy. Hatta biri anlattı, ismini Türkelifeneri diye değiştirmeye kalkmışlar ama pek rağbet görmemiş.
Köyün tam orta yerinde asırlık bir çınar ağacı ve kahvehaneler var. Oturup yerli halkla sohbet etmek, çayınızı kahvenizi yudumlamak isterseniz uygun. Biz açıkçası bu beldenin güzelliğin iyi değerlendirilemediğini, köy içinden geçip sol tarafa, Cenevizlilerden kalma kaleye gidince anladık. Üzülmemek elde değil bu güzel yapının pisliğine, bakımsızlığına. Hele kaleden Fener’e doğru bakıldığında gördüğünüz doğa harikası koyda inekler denize girip güneşleniyor.
Buradan artık daha kuzeye ve doğuya gidemiyorsunuz, çünkü deniz. Batıya doğru giderseniz 2-3 adet koy varmış (Marmaracık vs) ve “beach”ler varmış. Fakat kulağımıza gelen işletmecilik felaketi söylentileri ve yolun milli park nedeniyle Kilyos’a doğru gitmeyip burada sonlanması nedeniyle, geri döndük. Dönüşte sağ tarafta Giritli Çiftliği diye bir yer var; kahvaltı, kamp ve yürüyüşler için uygun olduğunu söylediler. Fakat hava kararmakta olduğu için ufaktan İstanbul’a doğru yola düştük.
Sözün özü, Rumelifeneri ve Garipçe hoş ve güzel yerler. Amacınız denizi seyretmek, İstanbul’un karmaşasından uzaklaşıp Karadeniz kokusunu içinize çekerek biraz ferahlamak, ormanda biraz araç kullanıp, köy çevresinde biraz yürüyüş yapmak ise gidin görün. Ama fazlasını beklemeyin.
Can Akgündüz
Doktor. Turizmci. Gezgin.
Gezgin blog’dan haber almaya ne dersiniz?
E-mailinizi bırakın, yazılarımızı size ulaştıralım.